18 Şubat 2015 Çarşamba

Bir Kadının Yirmi Dört Saati- Stefan Zweig

Toplumun "değiştirilemez" kabul ettiği ahlaki ve manevi değerleri sorgulayan ve okuyucuyu, bu önkabullerin- hiç değilse bir kısmının- insan yaradılışına ve tutkusuna uymadığı sonucuna vardıran bir roman... Yanlış olduğunu düşündüğümüz bazı şeyleri nasıl da önüne geçemediğimiz bir şekilde yaptığımızı, üstelik de bundan zevk aldığımızı biliyorsak, bunların hala "yanlış" olduğunu düşünmeye niçin devam edelim? (Kendimce sorulması gereken sorunun bu olduğunu düşünmekteyim.)

Hikaye, Bayan Henriette'nin iki çocuğu ve kocasıyla birlikte kaldığı pansiyona,
 genç ve yakışıklı bir adamın gelmesiyle başlıyor. Bu adam, sadece dış görünümündeki sevimlilikle değil, aynı zamanda kibarlığı, beyefendiliği ile de iki gün içinde tüm pansiyonerlerin sevgisini kazanıyor. İki günün sonunda, Bayan Henriette ile birlikte ortadan kayboluyor. Olay pansiyonerler arasında hararetli tartışmalara sebep olurken, yaşlı bir kadın olan Bayan C.'ye yıllar önce- kırk yaşındayken- yaşadığı bir günlük macerayı anımsatıyor. Ve bunu kendisine yakın hissettiği birine- pansiyonerlerden biri ve romanın başkişisine- tüm detaylarıyla anlatıyor. "İşte roman da burada başlıyor." diyebiliriz.

Bayan C.'nin bu bir günlük macerasını anlatırsam, her şeyi söylemiş olurum. Fakat kısaca, kumarhanede gördüğü, sahip olduğu her şeyi kaybetmiş, intihar etmek üzere olan yirmi yaşında bir gence nasıl aşık olduğunun, onu düştüğü zor durumdan kurtarmaya çalışırken nasıl güçlü bir tutkuyla sahip olduğu her şeyden vazgeçme noktasına geldiğinin hikayesidir bu...

Şaşırtıcı sonu, romanın en etkileyici kısmı hiç şüphesiz. Ama Zweig'in su gibi akan üslubuna hayran olmamak da elde değil. Sadece kumar oynayan ellerin hareketlerine bakarak yaptığı kişilik çıkarımlarını ve ruh hali betimlemelerini ise unutabileceğimi sanmıyorum. Tavsiyemdir, okuyunuz.


"Bana sadece söylemek istediğiniz kadarını söylemenizi sizden ricaya gerek bile görmüyorum. Ama anlatacak olduklarınızı bana olduğu kadar kendinize de tam bir gerçek olarak anlatınız."

"İnsanın yaşamı boyunca ömrünün yalnız bir noktasına, bir tek güne gözlerini dikip kalmasının dayanılmaz bir şey olduğunu söylersem, yaşlı bir kadın olan bana inanabilirsiniz."

"Tutkunun bu denli apaçık, bu denli hayvanca, bu denli utanmazca ve çırılçıplak fışkırdığı bir yüzü asla görmemiştim ve gözlerimi dikmiş, olanca varlığımla bu yüze bakıyordum."

"Ve biz- birbirine sarılmış oldukları halde uçurumun dibine doğru sendeleyen; biri ölümün deliliğini, öbürü ise içine doğmuş olan duygusunu taşıyan o iki yaratık- ölesiye savaşımdan tümüyle değişmiş, bambaşka bir halde, başka türlü düşünceler ve duygularla çıktık."

"Bu korkunç durumun ne kadar sürdüğünü söyleyemeyeceğim: Bu gibi saniyeler, her günkü yaşantımızın saniyeleriyle ölçülemezler."

"Mışıl mışıl uyuklarken çoğu zaman çevrelerine meleklere özgü bir huzur ve dinginlik ışığı saçan çocukların yüzlerinde bile böylesine berrak ve temiz bir ifade, böyle gerçekten mutlu bir uyku ifadesi görmedim."

"Belirli bir amaca yönelmeyen her ömür de, yanlış bir iş gibidir adeta."

"Ah! Minnet denen şeyi insanlarda görmek öyle ender bir şeydir ki! Ve sonra şu da var ki en çok minnet besleyenler gerekli yüz ifadesini bulamazlar; heyecana kapılıp susarlar; utanırlar ve çoğu zaman duygularını gizlemek için çekiniyormuş gibi tavırlar takınırlar."

"Öyle sanıyorum ki gülmek onda başka gereksinimlerin yerini tutuyordu. Gülmeseydi şarkı söylemek, zıplayıp sıçramak, yaramazlıklar yapmak zorunda kalacaktı."

"Her türlü çılgınlığı yapmaya; saat gibi işlemiş bir yaşamın tüm yedek güçlerini, zaptedilip içe atılmış tüm enerjilerini uçuruma yuvarlamaya hazır olduğum o saniyede çok saçma bir engelle karşılaşıvermiştim. Tutkularım da bu engele boş yere çarpıp duruyordu."

"Her acının bir de korkak yanı vardır: Yaşama azminin gücü karşısında gerileyiverir."


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder