26 Şubat 2015 Perşembe

Anayurt Oteli- Yusuf Atılgan

Yusuf Atılgan'ın müthiş sadelikteki kusursuz Türkçesiyle ilmek ilmek işlediği, sayfalar arasında ilerlerken bahsi geçen mekanları ve kişileri, kelimenin tam anlamıyla zihninizde somutlaştırabileceğiniz; farkında olmaksızın, bir kurguyu gerçeğe dönüştüreceğiniz bir roman... Anayurt Oteli'nin yalın ruhunu, kökü tarihe uzanan nostaljik kokusunu, odalarının mütavazılığını, gelen misafirlerin- bir yönüyle de olsa- aynılaşmışlığını, koridorlarının ve merdivenlerinin tenhalığını; kısaca otele dair her şeyi, okuyucunun aklına mıh gibi kazıyan Atılgan, bununla da yetinmiyor: Öyle bir karakterle- ismi Zebercet- karşımıza
çıkıyor ki, onu alıp bağrımıza basıyoruz ve öfkeyle karışık bir merhametle seviyoruz.

Hikaye; otel sahibi Zebercet'in, "gecikmeli Ankara treniyle" gelen ve otelde sadece bir gün kalıp giden bir kadına aşık olmasıyla başlıyor. Kadının otelde unuttuğu havlu, onda "kadının mutlaka geri döneceğine" dair umudu körüklüyor. Bu umut da onu, sabırlı ve hüzünlü bir bekleyişe sürüklüyor: Yeni giysiler alıyor, çok sevdiği bıyıklarını kesiyor, kadının kaldığı odayı hiçbir müşteriye vermiyor ve her gün, Ankara treninin gürültüsünü duyduğunda, onun geldiğini düşünerek heyecanlanıyor. Bu esnada, otelde kalan bir emekli subay, Zebercet'in şüphesini çekiyor, onun da aynı kadını beklediğini düşünüyor- hissediyor.

Fakat kadın, haftalar geçmesine rağmen gelmiyor. Özlemin, bekleyişin ruhunda yarattığı yorgunluğun, bittabi öfkenin şiddeti arttıkça, hem otelde hem de Zebercet'in kendisinde, ciddi değişimler başlıyor. Daha evvel, "ortalıkçı kadın"ın da yardımıyla saat gibi işleyen bu aile yadigari otel, yalnızlığa, karanlığa ve romanın gidişatını da tümden değiştiren bir cinayete teslim oluyor. Kadının gelmeyişiyle başlayan yangın, bir cinayete sebebiyet verecek kadar yayılıyor, otelde ve Zebercet'in kalbinde...

Kitap; başlıbaşına, sadeliğe, yalınlığa bir övgü gibi sanki... Eşcinsel arzularla, öfkeyle, aşkla, bekleyişle, Zebercet'in kendisiyle, harmanlanmış bir sadelik bu...



"Yüksek sesle konuşulanlar, tartışılanlar hep bilinen şeyler olduğuna göre, ülkenin yönetimini asıl etkileyen, düzenleyen şeyler bu fısıltılarda gizliydi anlaşılan."

"Yastığı çevirdi, sarıldı; yüksek sesle 'Gelmeseydin ölürdüm' dedi. Yastığı kokladı, öptü."

"Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse, insanın yapamayacağı şey yoktu."

"Kimi konuşan, gülen, kimi asık, kayıtsız yüzler. Hepsi de birbirine ve ona benziyordu bunların; kendileri bilmeseler de bir insanın yapabileceği her şeyi yapabilirlerdi."

"ben gidiyorum kaçmam gerek siz/ ben kaçamam bağlıyım burada ölülere konağa"

"Yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olmayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu."

"Bir oteli yönetmekle bir kurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde."

"Sağdı daha, her şey elindeydi (...) Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük."

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder