2 Aralık 2014 Salı

Özel Bir Acı- Andrew Miller

Bazı roman kahramanlarını, duruşlarıyla, karakterleriyle, sözleriyle öyle çok severiz ki, onlar artık kurgusal bir metnin hayal ürünü varlıkları olmaktan çıkar, ete kemiğe bürünerek varlığımıza karışırlar. Benim için bunların en önemlileri; Dostoyevski'nin Raskalnikov'u, Hugo'nun Esmeralda'sı, Hakan Günday'ın Kayra'sı, Julian Barnes'in Hendrick'i... Şimdi bu kitap sayesinde bunlara bir de Andrew Miller'in James Dyer'ini ekliyorum. Göğsümü gere gere James Dyer'i Raskalnikov'la aynı cümlede kullanıyorum!
Kitabın ismini duyduğumda, aklıma "özel acı" olabilecek türlü felaket senaryoları gelmişti. Fakat okumaya başladıktan sonra gördüğüm acı, aklıma gelen her şeyden daha eşsizdi: Fiziksel veya duygusal olarak hiç acı çekmeyen, hiçbir konuda hiçbir şey hissetmeyen bir adamın- James Dyer'in- acısı... Hayatı boyunca yaşadığı bu acısızlık, defalarca etine batırılan iğneleri hissedemeyişi veya kırılan bacağının onda en küçük bir ağrı yaratmayışı değildi sadece. Teninin soğukluğu ve hissizliği kadar kalbi de bomboştu. James Dyer, hiç kimseyi sevemiyor, bir yakının ölümüne üzülemiyor, dehşet içeren sahnelere bir denizi seyredermiş gibi rahatlıkla bakabiliyordu. Bu soğuk kişiliği sayesinde, mükemmel bir doktor olup kendi hastanesi kuracak kadar mesleğinde ilerledi. Ancak; hissedemediği tüm acılar, üzüntüler, ağrılar, sancılar ruhunun belirsiz bir köşesinde birikti. Bunu o ana kadar ne James Dyer ne de okuyucu farkedebildi. "O an", yani doğduğu günden itibaren başına gelen her çeşit acıyı, aynı saniyede tüm hücrelerinde hissettiği an...
Şöyle bir hayal etmeye çalışın, koca bir ömrün tüm birikmiş acılarını aynı anda hissettiğinizi. İşte James Dyer bunu yaşadı ve bir daha asla eskisi gibi olamadı. Yaşadığı hiç şüphesiz bir travmaydı, bu travma onu akıl hastanesine düşürecek kadar etkiledi. Herkesçe çok övülen o müthiş aklını artık yitirmek üzereydi. Ama bu sefer de, hiç hesapta olmayan bir şeyle karşılaştı: Aşkla...
Hikayenin on sekizinci yüzyılda geçtiğini ve yazarın, o dönemin atmosferini mükemmel yansıttığını söylemeden geçemeyeceğim. Zaten yazarın genel üslubu, ayrıntıcı ve betimleyici. Bu da hikayenin her adımının, adeta bir film karesi gibi okuyucunun gözünde canlanmasını sağlamış.


"Acaba dünyanın hangisine daha çok ihtiyacı var- iyi ve sıradan bir insana mı, yoksa birçoklarından üstün, ama yüreği buzdan, taştan yapılmış birine mi?"

"Asıl tuhaf olan çocuğun acı duymaması değil, acı duymayı beklememesi..."

"Acı ve haz. Onların sahillerine, derin uçurumlarına göz atmışlığı, kokularla yüklü kıyı meltemlerini içine çekmişliği var. Ama etrafı hala sakin, duyarsız bir denizle çevrili; yüksek kenarlıklı gemisi bir dokunulmazlık halesine sarınmış, büyük gri flamaları dalgalanıyor."

"Tüm yaşamı bir karşılaşmayla diğerinin, onu görmediği zamanlarda hissettiği gergin bekleyiş ile yanındayken hissettiği gergin sevincin arasında salınan bir sarkaca dönüşmüş bile."

"James aynaya yöneliyor, camın yüzeyini siliyor. Bu nasıl bir yüz. Bu yüzün sahibi yaşıyor mu? Yaşamak ne anlama geliyor? O kızın hissettiği ve kendisinin hissedemediği o şey ne?"

"Bazen düşünüyorum da, galiba beni en çok korkutan şey, din OLMADAN da gayet mutlu yaşayabileceğimi bilmem. Acaba bu çağımızın bir özelliği mi? Çok kibirli bir çağdayız."

"İnsanın sorunlarını çözme ümidiyle seyahat etmesi bir hata. Hepsini beraberinde oradan oraya taşıyıp duruyorsun, üstelik bir de onlarla yabancıların yanında baş etmek zorunda kalıyorsun."

"Bir zamanlar, geçen saatlerin yalnızca birer şenlik ateşi olduklarını, kendi kendilerini tüketip geride sadece solgun küller bıraktıklarını düşünürdü. Oysa şimdi görüyor ki, zaman, yılların kanıtlarını toplayarak insanı takip eden dikkatli, tarafsız bir cellatmış. Hiçbir şey olmuyor. Yok olduğuna inanmak küstahlık ve cahillikten başka bir şey değilmiş. Hiçbir şey olmuyor; bir zamanlar var olduğunu sandığı sessizlik, sessizlik değil, kendi sağırlığıymış."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder