10 Kasım 2014 Pazartesi

Daha- Hakan Günday

Hakan Günday ile tanışmam yıllar önce "Kinyas ve Kayra" ile olmuştu. Eğer o kitaptan- kitap demeye dilim varmıyor- bu denli etkilenip, hem Kinyas'ı hem de Kayra'yı- samimiyetle söylüyorum- içimde sonsuz bir boşluk gibi yaşatmamış olsaydım, benim için "Daha" diye bir roman hiç varolmayacaktı. Az, Piç ve Ziyan da varolmayacaktı. (Yalnızca bu beş kitabını okudum Hakan Günday'ın.) Okudum ve benim için varoldular ancak asla Kinyas ve Kayra gibi/ kadar değil. O yüzden olsa gerek, Daha'nın son sayfasını bitirip kapağını kapattığımda, "Seni de sevdim Gazâ ama bir Kinyas değilsin, hele hele Kayra hiç değilsin!" diye düşündüm. Bu paragrafı yazdım çünkü şimdiye dek hiç Hakan Günday okumayanlara söylemek istediğim bir şey var: Kinyas ve Kayra'dan başlayın, dilerseniz orada bırakın. Ama devam etmeyi seçerseniz de, aldığınız o lezzeti bir daha alamayacağınızın bilincinde olun.
Tekrar ediyorum: Gazâ'yı sevdim! Bir insan kaçakçısı olan Ahad'ın çaresiz oğlu Gazâ... Çocukluğunun tek otoritesi- kötülüğü- sevgisi olan Ahad'dan kaç yaşına gelirse gelsin ve nerede olursa olsun bir türlü kurtulamayan Gazâ... Babasının depoda bekletip sonra da sözde daha iyi bir hayata uğurladığı o yoksul insanların arasında hayatı en hakiki şekliyle öğrenmek zorunda kalan ve bir "çocuk" olduğu herkesçe unutulan Gazâ... On yaşında tecavüze uğrayan, on dördünden itibaren ise depodaki kaçaklara defalarca tecavüz eden Gazâ... Gazâ, tüm ruhuyla ve bedeniyle doğmanın bedelini ödeyenlerdendi bana göre. Küçükken babası yüzünden öldürdüğü- evet, bence babası yüzündendi- Cuma'nın vicdan azabıyla yaşadı, bu azapla öldü, bu azabın peşini özgür iradesiyle bir türlü bırakmadığı için öldü Gazâ, tam da Cuma'nın yaşadığı yerde, öldü.
Tabi hikayeyi detaylı anlatıp da size "okumuş kadar oldum" hissiyatı yaşatmayacağım ama bir yer var ki bahsetmezsem olmaz: Gazâ'nın Ahad'dan, yani babasından, kurtuluşu hikaye için kocaman bir dönüm noktası, bir milat oldu. Hem intihara hem de kazaya benzeyen bu şey, Ahad'ın direkt olarak hayatına mâl olurken, Gazâ'yı ise yaşayan bir ölüye çevirdi. Kitapta Gazâ'nın aklını tam manasıyla ne zaman yitirdiği belirtilmemiş ki zaten mutlaka bir ömür birikmesi sebep oldu buna ama bana göre, zihindeki delirmenin ilk ateşi Ahad'ın ölümüyle gerçekleşti. Aynı zamanda romanın Kandalı adlı kasabadan İstanbul'a, oradan Ankara'ya ve oradan da tüm dünyayı dolaşıp Afganistan'da son bulan kısmı başlamış oldu.
Gazâ babasından ve insan kaçakçılığından kurtulup kendi hayatı için bir şeyler yapmayı planladı ama Kandalı'daki o insan deposu tüm hücrelerine o denli işlemişti ki, Gazâ'nın kendisi artık öyle bir depo olmuştu ki, kusursuz işleyen zekası bile onu normalleştirememişti. Nihayetinde bu durumu kabul etti ve kendini Cuma'nın- çocukken öldürdüğü adamın- kollarına bıraktı.

Evet, kısaca böyle... Şimdi okurken altını çizdiklerimin bir kısmını paylaşmak istiyorum:

"Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basmayacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım..."

"Doğu ile Batı arasındaki fark Türkiye'dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim."

"Hangi dinde deja vu yok, ben ona inanacağım!"

"Kaçmaya çalıştım. Kurtulmaya, bağırmaya, ısırmaya, acıtmaya çalıştım. Olmadı. Yok olmaya çalıştım. Sihirli bir çocuk gibi. Kör ve sağır olmaya çalıştım. Bana ne olduğunu anlamamaya çalıştım. Olmadı... Gözlerinde kırmızı nehirler vardı."

"- Sana bir sır vereyim! Bunu kimse bilmez... On yaşındaki bütün çocuklar tecavüze uğrar.
- Ciddi misin?
- Evet!
- Sonra ne olur peki?
- On bir yaşında olurlar."

"Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu."

"Diğer insanlar aynı ruhun farklı ihtimalleriyken, biz aynı ruhun başı, ortası ve sonuyduk! Nefes tutularak gidilen bir yerde yaşıyorduk. Evrenin dışında!"

"Diktatörlükte kafesin kapısı birden açılır ve içeri aç bir aslan atılırdı. Ama demokrasi, insanın ne tür bir hayvanla kafese kapatılacağını seçme özgürlüğüydü."

"Ağladım. Hem de istediğim kadar! İnsanın gerçek özgürlüğü buydu: İstediği kadar ağlayabilmek. Belki bir de, istediği şeye ağlayabilmek..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder